31 Mart 2011 Perşembe

kronik monolog II

   zaptı zor. birden çıkıveriyor ortaya, hatta hortluyor çünkü öldü sanılıyor tarafımdan. kontrol etmek isteyip istemediğimi bilemiyorum, zaten farkındalık da bir şey ifade etmiyor en fazla tanımlama ya da hissiyatı gruplama adına bi ufak bilgicik hepsi bu. hem yeterince güç de sağlanamaz kontrol edilmek istense. şimdilik varlığımdan ayrıştırabilmiş olmanın ferahlığı ile avunuyor zihnim. belki bu da bir tanımlamadır çünkü bir şeyin ayrıştırılması gerekliliği varsa onun ne olduğu tespit edilmeden eyleme dökmek mümkün değil ama yazıldığı gibi bir şey ifade etmiyor ama ifade etmesi yolunda belki de bir adımdır bunu da zamana bırakmalı.
   şiddetli ve kısa yer sarsıntıları gibi, ama yıkıma sebebiyet verenlerden değil tüm misyonu sadece yüreği ağza getirmek hepsi bu. sarsıntılarda kırılmamak için esnemekse bu bünyenin işi değil, bi kaç çatlağı kendine deneyim manzarası eder, durur, düşünür, seyreder hatta zamanla kavlanmış duvarlarının çizgilerini sever. durulup da yer sarsıntılarının bu çiziklerinden fallar bakar; yollar görür, aynı yoldan bambaşka şehirlere gider. eve döner, huzur diye bir şeyin varlığına sanrılı bir bilinçle ikna etmeye çalışırken kend... sarsıntı! çatlakarına koyar avuç içlerini panikle, kısa süreceğinden emin kalbinin çatısının başına yıkılmayacağını bilir ama ürkütür işte düşüp ufalanan kiremitlerin kulak zarına batan sesleri. kısır döngülü sakinlik ve şiddet eğilimli hareketleri manik depresif dengesizliğinde! bozuk bipolar battaniyesine sarar sarsıntıdan ürküp evi terk etmiş ruhunu sokak serinliğinde.
    sohbetimiz durulyor, titreşen kahve bardakları buharını salıyor içimize, buğulanıyoruz, kafein zihnimizi berraklaştırırken sıcaklığı mayıştıyor, evdeyiz, sarsıntıların şiddeti azalıyor, battaniyeleri atıyoruz üzerimizden, çıplağız ben ve ben. soyunmuş yüzlerimizi süzüyoruz karşılıklı bir aynaya bakıyor olmaktan çok daha farklı bir eylemde bulunduğumuzun bilinciyle...
                                         gördüklerimiz?  onlar yazılmaz sadece görünür...


                                                                                                                   sakinlik.
    

tampon kızlar

     bence yapmayın bunu. er kişinin faili meçhul kanayan duygusallığının sıcaklığında ısınacağım diye kana bulamayın ruhunuzu. sıcak ve kirli olacağınıza, temiz ve soğuk olmayı yeğleyin. bu bir dostluk değil, şurada biz bizeyiz kandırmayalım kendimizi, hormonal ve duygusal tatminsizliklerin üstüne sosyal bağlar yorganları serip de tanımsız ilişkiler adı altında legalleştirmenin nasıl da güzel gizlenmiş bir ikiyüzlülük olduğunu biliyoruz neticede. şimdi kimse alan memnun veren memnun demesin, yok öyle bir şey. anca saçma sapan bir avuntudur bu, hani dem vuracak bilgim olsa başlardım freud'dan inciler sıralamaya. yine de duruma vakıf olmak için çok da psikanalitik patikalardan sekmeye gerek yok, bir kaç iletişim deneyimi yaşamış, muhakeme yeteneğine sahip her ortalama düşünür insan kavrayabilir durumu. illa ki kendinize yontacaksanız eğer, sakın ola kan kaynağını duru bir pınar gibi lanse etmeye kalkışmayın tampon kızlar, hele hele boyandığınız kırmızıları teninize yakıştırmaya hiç! içimiz rahat etsin diyorsanız yaralı olay mahallinde kanlar kuruduğunda suçu üstleneceğiniz ve yok yere cezasını sizin çekeceğiniz gerçeğine alıştırın kendinizi. sıcaklık ve yumuşaklığın baki kalması gibi bir ihtimal olsa dahi bu sizi kadrolu asalak olarak kabuk kıylarına atanmanıza ve yaşamınıza bu kanalla beslenebileceğinize izin verileceği anlamına gelmez. hepinizin bir son kullanma tarihi var üstelik ve bu belirtilen süreye siz müdahale edemezsiniz. hani bi yerde kapitalist sömürge sisteminin duygulara bürünmüş şeklidir, işçi çoktur, iş gücü çoktur,garanti yoktur işinize gelirse'dir. modern zamanların duygusal köleleri olmak yine de bir tercihtir, ediyorsanız müstahaktır!

28 Mart 2011 Pazartesi

iyileşmek

    tamamen istem dışı. kahinin biri dedi ''her şey güzel ola, gönlünü ferah tuta'' inanmak istedi, inandı, her istediğine bu kadar meyilli olsa keşke ya da olmasın, bazen ne istediğini şaşırıyor neticede, bir de yörüngesinde dönüp dolanan çekim kuvvetinin med-cezirleri yüzünden kıyıya vuranlarına dertlenmesin... 
     ''la esperanza es una cosa peligrosa!'' ateşli ve öfkeli ispanyol aksanıyla tükürükler saça saça     kızarken, naif bir eda ile ''quien sabe...'' diye mırıldanıyor tatlı dudakları şimdi usul usul. yorulmuş da olabilir, ama kim söyleyebilir ki pes ettiğini? soluklanmak isteğini güçlü yanı  hoş karşılamaz; dingin yanını sorguya çeker, kızar, bağırır, çağırır ama sakinleşir yoksa nasıl anlar ki bu soluklardan beslendiğini.

                            
  
                                                                                   iyileşmek? o ise tamamen spontane... 

26 Mart 2011 Cumartesi

kronik monolog I

       herkesin erişebileceği bir ortalığa içi kusuvermek bi yerde acaba umut mudur diye düşünüyorum. oysa en havalı şekli ile ''la esperanza es una cosa peligrosa'' derim ben. bi yerde nevrotik dostoyevski karakterlerinin ruh hali sızıyor demek içime, aynı anda olmayacak şeyleri barındırmak kafanın içinde, aslında paradoks da değil bu, başka bi isim koysunlar buna, evet ben koymayacağım başkası bir isim bulsun buna, sonra da terminolojiden dem vurup ne entelektüelim diye havalara girilir hem belki. kim bilir adı vardır bile ama ayna karşısında havasını basmayı düşündüğüm birikimciğim vakıf değildir mevzuya. 
        kızgınım bi de ben, sabırsızım da, üstelik benim olsun ruh asitleriyle sindireyim posasını da müzeme kaldırayım istedim. evet, açık olacaksam bu böyle, aksini kim iddia edebilir ki? romantikler? ne komikler... öte yandan bir süre sonra mazoşistçe bir ilgi sarıyor zaten kafanın içini, acımayınca telaşlandırıyor, sahiplenmekten olsa gerek, bir şekilde bir hissiyatı barındırıyor ya ait sanıyorsun, hissizleşince daha kötü mesela öyle ki acıyı yeğletiyor, hem başka nasıl devam edilsin ki nefes almanın bir anlamı olduğuna inanmaya. saçmalayabilecek olmanın özgürlüğü ne hoş bu da eklenebilir tabi listeye. burası benim, 4B bi kalemle bastıra bastıra saniyede 10 çember hızıyla karalayabilirim. ne de severmişim aidiyeti, benim benim benim!! 
       bağırıp, çağırıp, ağlamak çözmeyecek, sanki çözse yapabileceğim. yapamam! demek ki aidiyet isteğimden daha güçlü isteklerim de olabilirmiş, saygınlıkla anılmak gibi. gurur mu yoksa? olmalı gurur dediğin zira ondan vazgeçtiğinde elde edebileceğin zaten bir şey yok ama canım yine de ısırmak, parçalamak, etini ağzımda sağa sola savurmak istiyor! gel-gitler yüzünden bunların hepsi biliyorum ama zaten tüm mantıklı açıklamaları da biliyorum ki hepsi boş laf! yani diyorum ki bilmek bir şeye yaramıyor. evet işe yarasın istiyorum pragmatist yanım azmış olabilir ve çaresi yok bu kudurmuşluğun yine de inatla çare istiyorum! 


      geçeceğini bilmek ve beklemek de sabır işi o da bu huzursuzluğa yaraşır bir şey değil.


      büyük harfleri sevmem ben.

20 Mart 2011 Pazar

yakut

               zemini cam kırıkları sergisi içimden

                                       çıplak ayaklarıyla basa basa geçer acıyarak, acıtarak

                    ve akıtıp içime kanını; içini temizleyerek.

     sergimi güvercin kanı kırmızısına boyar,

                          yakutlaştırır kırıklarımı acı şarabını dökerek...


              ve ben saklı tutarım günün ağarışına hiç tanık olmayan hazinemde

birincil yatağından sökülmüş bilmem kaç kaya karatlık inkluzyonu karakterine has myanmar yakutlarımı;
                        metamorfik kayalarına teker teker yerleştirip, gömerek.

1 Mart 2011 Salı

yalın

-i halim şüpheli, 

-e halim beklentili, 

-de halim kaygılı, 

-den halim sancılı.

benim en güzel halim yalın halim; 

duru, güçlü ve sade. 

aşk içinde kullanırsak belirtisiz nesne...