28 Aralık 2011 Çarşamba

kısır döngü

dönüp dolanıp kendini bulduğu hep aynı yer. aynı çember boyunca kaçışları, yenilenmeleri, yenilmeleri bir eskinin üzerinden geçerken yığılarak birikmiş antik kentlerce diziliyor. aynı izleri, aynı yerde aynı şeyler, benzer insanlar bırakıyor. kim bilir belki farkındalık yoksunu bir bağımlılık gözleri alabildiğine kör. belki niyeti yok hiç yoldan çıkmaya öyle cesaretsiz, kim bilir belki inanmıyor. kördüğümün çözüldüğü yeri bilip de ilikleri özgürlüğüne kavuşturmaya erinip düğümle yuvarlanmak çember boyu, bir vurdumduymazlıktan ileri geliyor.
aynı sahnede aynı cümleleri tekrarlamak kimi zaman iğrendirse de kimi zaman inadına söyleniyor. bağımlılığı ile bağlarını kemirirken yorgun düşüp bin pişmanlıkla yersiz ümidin kucağına salıyor biriktirdiklerini, harcayıp gidiyor bir iki servet maymunuyla tüm direnç hazinesini. kaybettiklerinden kazanımlar doğurup biriktirip tekrar harcıyor kendini. azaldıkça çoğalışından güç alan kumarbaz tavrıyla her bir dönüşünde daha az acı daha çok nasır daha derin bir inançsızlıkla koyuyor varlığını masaya; her ''bundan daha kötü olmayacak'' deyişinin ardından çil çil savuruyor umut keselerini. hırsını alıp yenilip de rahatladığında başlıyor kısır döngü yolunda çoğalma süreçleri! keselerinden bin bir sancıyla yeniden ve daha gür doğuruyor kendini ta ki çemberin içinde kalan alanı kaplayana kadar büyüyen kördüğümleri!

25 Aralık 2011 Pazar

fare

minik bir fare insanın direncini, elinin kıyısından salına salına geçerek kırabilir mi? kırabilir. onca heveslere kapılıp bir ucundan tutup da başladığı serüveni yarım bırakmasına sebep olabilir mi bu pek de sevimli olmayan iki gözün üzerine dikmesi bakışlarını ? ilahi teste tabi tutuluyor hissi veriyor olması insanın inancını kırbaçlayıp da dört nala inatla gitmesini sağlayabilir mi?
içini çeke çeke ağlayıp da bir farenin nasıl da tüm umudunu silip süpürdüğünü izlediğim insanın içimi nasıl parçaladığını fare anlayabilir mi? biz mi geldik yıktık yuvasını, yoksa o daimi yüzsüz bir ziyaretçi mi? insanlardan iğrenmiyor mu acaba? yoksa şükür mü ediyor kemirdiği her kırıntıyla varlığımıza? bu kadar istenmezken o ürkekliğiyle canhıraş tutunuyor güdülerine, ya peki bizimkiler? bizim de aynı kuvvetle tutunmamız gerekiyorsa ve bu sebeple sadece bir kazananı olacaksa? ve sen fare bu oyunda fazla isen?


ve sen fare bir metafor değil de gerçekten mide bulandıran bir faresin!


yine de senden bile nefret etmem mümkün olmuyor zihnimde, onu bu kadar hayal kırıklığına uğratmış olmana rağmen, gözleri dolu dolu, içi buruk görmeme sebep oluşundan bile nefret edemiyorum! 


sadece vazgeç onu üzmekten ve bir parça peynirin heybende git, hepsi bu...

9 Eylül 2011 Cuma

kronik monolog IV

   bir şey oturuyor içimde, yer çekimi kuvveti alabildiğine hırslı. ağırlığının göreliliği de bundan işte zira sabit değil çekilenlerin kuvveti direnç eşiğimde. 
   bir şey var; tanımlara yeltendiğimde tutup da geri döndüren, eril'ime bahşedilmiş hissiyat gibi. öylece oturmuş nefes patikalarıma sigarasının koyu dumanını üfleyen feleğin çemberinde oyalar işlemiş bir çingene gibi. söyleyecek onca sözümü alaycı gülümsemesiyle boğazımda düğümleyen, her sorduğum soruya verecek cevabı olup da sahip olduğu bilginin getirdiği o içi dolu boş vermişliği ile sessizlik içinde suskunluk anlamları türeten bilge gibi.
   bir şey var; hayalime gerçeğin ell'eriyle dokunup, onu hiç var etmemişçesine yok edip yeni güne uyanmaktan duyduğum korku gibi.


                          bir ''gibi'' belirsizliğine söylenecek hiç bir sözü yakıştıramayıp susup öylece beklemek gibi.

21 Temmuz 2011 Perşembe

toz duman

      katıp ardımda ne varsa birbirine döndüm. toz bulutuydu o an zihinler ve ben içlerinde girip kayboldum. her şey berraklaştığında ise çoktan yoktu varlığım. soru sormaya vakitleri yoktu, anlam vermek için bir iki hareket dalgalandı akıllarda ama muhatabı da yoktu bunların. haliyle kendiliğinden yorumlar döküldü, kim bilir nelerdi onlar. hem ben bilmediğim sürece kimin bildiği de umurumda değildi. toz perdesi inince gözlerden ve bihaberken kimisi gittiğimden, vardığında farkına çekti haksız kılıcını kelimelerinden ama yitik cesaretinden mütevellit arenada değil bir kenar mahallede sokağın köşesinden sadece ucunu göstererek ürkekliğinden.
      nice evvel ardımda saklananların yanındalar şimdi. dönüp bakma gafletinde bulunmuş olmanın bir pişmanlığı değil bu, aksine bir nevi yüzleşme idi.  gözü kapalı dönmüştüm yüzümü nefesine, açtığımda gözlerimi göz göze idik ve gördüğüm çizgili, buruşuk, donuk gözleri, ahlaksız ve tutucu bakışları, dökülmüş dişlerinin arasından yayılan acınası gülüşü ürkütmek bir kenara acıma duygusu bile uyandırmadı içimde. sadece alaycı bir gülümseme ile karşıladım hırıltılarındaki yaşlı saldırıyı ve tozu dumana kattım böylesine göz göze iken gözü gözü göremedi. bir toz bulutu içinde bu sarhoş savaş sona erdi.

                                
                            ve har vurup harman savurdum topladığım ganimetlerimi yalnızlığımın har ateşinde...

25 Mayıs 2011 Çarşamba

seyir

    söylemek istediğim onca şey yitip gider seyir esnasında. günlerim geçiyor, bir birine benzer gibi görünüp nice minik kayda değer ayrıntıyı hayatımın yüksek debisiyle alüvyonlarında biriktirerek... her birinize söylemek istediklerim var vazgeçip durduğum. aklımdasınız ama az ama çok, ama endişeli ama neşeli. kalabalık değil içim; azsınız, özenle tek tek seçtim hepinizi koydum yerli yerine. şimdi durup öylece seyreyliyorum yorgun seyir vakitleri, kelimeler, düşünceler, düşler biriktiriyorum, giderilmeyecek özlemlerin bağrında...
    yalnızlığımın hüznüne ayak direyen inatçı kararlılığım ile bir başıma burun dikine sürüyorum izlerimi, tırnaklarımın içi doluyor aşıntı taneleriyle, umut patikaları bırakıyorum ardımda yolunu kaybetmiş masal kahramanları çakıl taşları ile yollarını bulsun diye...
     hiç bir bağım yokmuş gibi ilerliyorum zamanda, ne seviştiklerim ne savaştıklarım, bir başınalığın kimi zaman acınası gururu ile dümdüzlükte. sadeliğin sonsuzluğu ile arınıyorum mutsuzluklarımdan, durulanıyor söylemek istediklerim bir beyazlık kaplıyor kelamlarımı, kafi geliyor sedasızlık karmaşık seyrimde iletiyorum varlığınıza kuru selamlarımı!

10 Mayıs 2011 Salı

yeni

     karalayacak bembeyaz sayfanın tatlı ve tedirgin heyecanı. yıllar evvel çocukluğun eskitildiği sokaklarda şimdi gelecek inşasının temelleri atılıyor. sesleri geliyor uzaktan bugün sonrasında ise olay yerine bizzat dahil olunacak. merak, istek, acaba, umut, inanç. sessiz sedasız işlevsiz geçen onca vaktin acısı çıkarılmalı şimdi. hiç bir işe yaramamış zaman müsveddelerinin getirdiği yersiz sancılar da cabası. şimdi ise hepsi derinlere gömülmeye mahkum bir kutuda ağır kilitler altında. yen'i! duyulası en tatlı seda kulaklarda şimdi. tertemiz onlarca sayfa budalası yeteneksizliklerin tortop edilip köşelere savrulmasıyla edilmiş onca hebanın akıbetinde değil üstelik. üstüne basarak dikey mesafeler katedilen yorgunluklar; bir işe yaradıklarına şahit olmaktır belki de içerilere salınan bu inancın ve sakinliğin müsebbibi.kronik monologlarda azan pragmatist haller ehlileşemedi demek. belki de böyle törpülenmemiş tavrı daha makbuldür!
                                                                
                                                                 sükut altınsa sessizliğin yeni mabedine uğurlanıyor şimdi...
                                                                                                                                                                                                                    

10 Nisan 2011 Pazar

mutlu ihtimal

   şansın diğer adı bu olsa gerek. yine de garantici yaklaşımlar için çok da umut vadeden bi hali yok orası ayrı ama ne demiştik ''yaşamak dediğin işte bu cesaret''. yaşamaya böyle kısa aforizma edalı yaftalar yakıştıracak olursak fazlaca özet yaşıyor olmaz mıyız? ama kim diyor ki özet yaşama diye. hem dese ne olur? şu 'kim'ler kimdir? kime göre neye göre derken izafiyetin eşiğinde zafiyet geçirecek zaaflarımız. böyle matruşka sorular dizini terk etse zihni belki sıra cevaplara da gelebilir ama bu mutlu değil kuytu bi ihtimal.
   bi türlü tamamını okumayı beceremediğim sofi'nin dünyası'nın ilk sayfalarında felsefeyi, filozofları tanımlayan bi kısım vardı. sihirbaz, şapka, tavşan, tüyler, tüylerin ucuna tırmanıp dünyayı keşfetmek isteyenler.. yıllar önce okumaya çalıştığım satırları hatırlıyor olma ihtimalim pek düşük ama aklımda böyle yer etmiş işte. asıl meseleye gelecek olursam; tavşanı şapkaya saklayıp tüylerinin dibine yerleşip sıcacık uyuyasım var,matruşka sorularımı en büyük bebeğin içine saklayıp kuytu ihtimallerin değil, mutlu ihtimallerin peşine düşesim...
   şans dediğimiz şey acaba müdahale edemediğimiz durumlarda olumlulukların gelip bizi bulması mıdır? biraz kadercilik gibi duruyor, hatta tembellik bile denebilir. öte yandan bunu tembellik ve kadercilik olarak tanımlamak kontrol deliliğinin de bi parçası olabilir zira bizi bulmasında hiç bir söz hakkımızın olmadığı, hatta sadece geldiğinde fark edebildiğimiz şeylerin yaşantımızın seyrini alıp bambaşka yerlere götürmesi tüm dengeleri değiştirecektir ve bu yüzden ancak bir kontrol delisi böyle bir durumu hicveder. mesela ben üşenmesem şimdi en az bir nef'i uslubu kadar keskin hicivler sıralarım rayında tutmaya çalıştığım trenlerimin ray makasları ile oynayan bu şans denen şeye! öte yandan kendimi değişikliklere açık hissediyorum ama bir 'şans' gibi gelişigüzel serpilivermiş haylazlıkta değişimlere değil. değiştiğinde beraberinde neler getireceğini kestirebileceğim durumlar olmalı bunlar. işte ben bu yüzden öyle kafama esen ilk garda inemiyorum!
   tavşanı koydum şapkaya ama inemiyorum şu tüylerin tepesinden. sadece biraz daha az soru sormanın dinginliğini yaşatmak istiyorum kendime. şans gelip de rayların makaslarını değiştirdiğinde paniklemeden bilmediğim yeni yollardan geçerken görmediklerimin farkına varıp sonra da kafama esen en yeşillikli garda inip biraz etrafı dolaşıp, bir şapkada yapmacık sürprizler sergilemekten çok daha fazlasını hak eden tavşanların dağlardaki doğal neşesine ortak olup çevremi keşfetmek ve hayatıma dahil olmakta bu kadar istekli ihtimalin mutlu olmasını ve mutlu etmesini istiyorum...

2 Nisan 2011 Cumartesi

aptal eşiği

   hayır, henüz geçmedim. ama eşiğine kadar gelmiş olma düşüncesine bile ifrit oluyorum. her şey olduktan sonra kavranıyor, önceden bilmek hep iyi ihtimallerin ''ya tutarsa'' kandırmacasına kurban gidiyor. ama yaşamak da bu riski almak bi yerde. her gün doğan güneşle fotosentez yapacağından emin bir bitkinin dinginliğinde yaşamak insan doğasıyla uyuşan bir şey değil ama zaman zaman gözümün klorofiline de aldanmıyor değilim. yapabilirmişim gibi geliyor ama güneş ışığı alıyor gözümü, kırpıştırıp kirpiklerimi karanlığıma kaçıyor doyasıya üretiyorum karbondioksitimi...
   o eşikte durdum bekledim. adı konmamıştı henüz açılacak kapının ardındaki formların. kim bilir belki de zaten kapının ardında bir şey yoktu, tüm mesele tarafımca bilinmeyenin eşiğine gelmek o kapıyı çalmaktı. tak.. ap.. tal.. tak! evet duydum, kapıyı çalarken duydum! şimdi ise    evdekinin uyuduğunu, kapının sesine irkildiğini ama yerinden doğrulacak mecali  olmadığını bilerek dikiliyorum kapıda. etrafımdakiler de biliyor evde olduğunu, kapıyı duyduğunu ve açmadığını. alaycı gözlerle süzüyorlar tedirginliğimi ve kararsızlığımı. ne düşündüklerini umursamıyor gibi yapıyorum ama kendime bile varlığını itiraf etmediğim kurtçuklar bu bakışlardan beslenerek kemiriyor içimi. kapı açılsın ve buyur edileyim ve tüm bakışlar yere insin istiyorum. açılamaz o hasta ve yorgun ve yedek anahtarı hiç olmadı yalnız ölmeyi bekliyor yatağında! kapı ziline gidiyor parmağım, ismini okuyorum hemen düğmeciğin yanındaki.. ap.. tal.. eşiğindeyim! buradan gitmem gerek benim! ayaklanabileceğine inancı olsaydı açardı kapıyı, ayaklanabileceğine inansaydım beklerdim eşikte. ben eşikteyim.. ap..tal.. o ise içeride!
   tüm yolculuğun yorgunluğunu bırakıp eşikte koşar adım gitmekti olması gereken. oldu olması gereken. koşarak kaçtım ama ardıma baktım. şahin bozması gözleri ruhumun okudu tekrar düğmeciğin yazısını ap..tal.. kendime döndüm, evime. cesaretime kızgındım, eğer  o ihtimali göze almasaydım varmazdım aptal eşiğine.
   ya peki bu cesareti göstermek değilse yaşamak dediğin, gözlerim göze almalı güneş vakti kamaşmayı, klorofiliyle garantiye almayı.yaşamak eğer değilse eşiğe kadar gelip ürktüklerinle yüzleşmek ve kendini hatalarından doğurup yenilemek...
                           ama insansam ben eğer yaşamak dediğin...


                                            işte bu cesaret!

31 Mart 2011 Perşembe

kronik monolog II

   zaptı zor. birden çıkıveriyor ortaya, hatta hortluyor çünkü öldü sanılıyor tarafımdan. kontrol etmek isteyip istemediğimi bilemiyorum, zaten farkındalık da bir şey ifade etmiyor en fazla tanımlama ya da hissiyatı gruplama adına bi ufak bilgicik hepsi bu. hem yeterince güç de sağlanamaz kontrol edilmek istense. şimdilik varlığımdan ayrıştırabilmiş olmanın ferahlığı ile avunuyor zihnim. belki bu da bir tanımlamadır çünkü bir şeyin ayrıştırılması gerekliliği varsa onun ne olduğu tespit edilmeden eyleme dökmek mümkün değil ama yazıldığı gibi bir şey ifade etmiyor ama ifade etmesi yolunda belki de bir adımdır bunu da zamana bırakmalı.
   şiddetli ve kısa yer sarsıntıları gibi, ama yıkıma sebebiyet verenlerden değil tüm misyonu sadece yüreği ağza getirmek hepsi bu. sarsıntılarda kırılmamak için esnemekse bu bünyenin işi değil, bi kaç çatlağı kendine deneyim manzarası eder, durur, düşünür, seyreder hatta zamanla kavlanmış duvarlarının çizgilerini sever. durulup da yer sarsıntılarının bu çiziklerinden fallar bakar; yollar görür, aynı yoldan bambaşka şehirlere gider. eve döner, huzur diye bir şeyin varlığına sanrılı bir bilinçle ikna etmeye çalışırken kend... sarsıntı! çatlakarına koyar avuç içlerini panikle, kısa süreceğinden emin kalbinin çatısının başına yıkılmayacağını bilir ama ürkütür işte düşüp ufalanan kiremitlerin kulak zarına batan sesleri. kısır döngülü sakinlik ve şiddet eğilimli hareketleri manik depresif dengesizliğinde! bozuk bipolar battaniyesine sarar sarsıntıdan ürküp evi terk etmiş ruhunu sokak serinliğinde.
    sohbetimiz durulyor, titreşen kahve bardakları buharını salıyor içimize, buğulanıyoruz, kafein zihnimizi berraklaştırırken sıcaklığı mayıştıyor, evdeyiz, sarsıntıların şiddeti azalıyor, battaniyeleri atıyoruz üzerimizden, çıplağız ben ve ben. soyunmuş yüzlerimizi süzüyoruz karşılıklı bir aynaya bakıyor olmaktan çok daha farklı bir eylemde bulunduğumuzun bilinciyle...
                                         gördüklerimiz?  onlar yazılmaz sadece görünür...


                                                                                                                   sakinlik.
    

tampon kızlar

     bence yapmayın bunu. er kişinin faili meçhul kanayan duygusallığının sıcaklığında ısınacağım diye kana bulamayın ruhunuzu. sıcak ve kirli olacağınıza, temiz ve soğuk olmayı yeğleyin. bu bir dostluk değil, şurada biz bizeyiz kandırmayalım kendimizi, hormonal ve duygusal tatminsizliklerin üstüne sosyal bağlar yorganları serip de tanımsız ilişkiler adı altında legalleştirmenin nasıl da güzel gizlenmiş bir ikiyüzlülük olduğunu biliyoruz neticede. şimdi kimse alan memnun veren memnun demesin, yok öyle bir şey. anca saçma sapan bir avuntudur bu, hani dem vuracak bilgim olsa başlardım freud'dan inciler sıralamaya. yine de duruma vakıf olmak için çok da psikanalitik patikalardan sekmeye gerek yok, bir kaç iletişim deneyimi yaşamış, muhakeme yeteneğine sahip her ortalama düşünür insan kavrayabilir durumu. illa ki kendinize yontacaksanız eğer, sakın ola kan kaynağını duru bir pınar gibi lanse etmeye kalkışmayın tampon kızlar, hele hele boyandığınız kırmızıları teninize yakıştırmaya hiç! içimiz rahat etsin diyorsanız yaralı olay mahallinde kanlar kuruduğunda suçu üstleneceğiniz ve yok yere cezasını sizin çekeceğiniz gerçeğine alıştırın kendinizi. sıcaklık ve yumuşaklığın baki kalması gibi bir ihtimal olsa dahi bu sizi kadrolu asalak olarak kabuk kıylarına atanmanıza ve yaşamınıza bu kanalla beslenebileceğinize izin verileceği anlamına gelmez. hepinizin bir son kullanma tarihi var üstelik ve bu belirtilen süreye siz müdahale edemezsiniz. hani bi yerde kapitalist sömürge sisteminin duygulara bürünmüş şeklidir, işçi çoktur, iş gücü çoktur,garanti yoktur işinize gelirse'dir. modern zamanların duygusal köleleri olmak yine de bir tercihtir, ediyorsanız müstahaktır!

28 Mart 2011 Pazartesi

iyileşmek

    tamamen istem dışı. kahinin biri dedi ''her şey güzel ola, gönlünü ferah tuta'' inanmak istedi, inandı, her istediğine bu kadar meyilli olsa keşke ya da olmasın, bazen ne istediğini şaşırıyor neticede, bir de yörüngesinde dönüp dolanan çekim kuvvetinin med-cezirleri yüzünden kıyıya vuranlarına dertlenmesin... 
     ''la esperanza es una cosa peligrosa!'' ateşli ve öfkeli ispanyol aksanıyla tükürükler saça saça     kızarken, naif bir eda ile ''quien sabe...'' diye mırıldanıyor tatlı dudakları şimdi usul usul. yorulmuş da olabilir, ama kim söyleyebilir ki pes ettiğini? soluklanmak isteğini güçlü yanı  hoş karşılamaz; dingin yanını sorguya çeker, kızar, bağırır, çağırır ama sakinleşir yoksa nasıl anlar ki bu soluklardan beslendiğini.

                            
  
                                                                                   iyileşmek? o ise tamamen spontane... 

26 Mart 2011 Cumartesi

kronik monolog I

       herkesin erişebileceği bir ortalığa içi kusuvermek bi yerde acaba umut mudur diye düşünüyorum. oysa en havalı şekli ile ''la esperanza es una cosa peligrosa'' derim ben. bi yerde nevrotik dostoyevski karakterlerinin ruh hali sızıyor demek içime, aynı anda olmayacak şeyleri barındırmak kafanın içinde, aslında paradoks da değil bu, başka bi isim koysunlar buna, evet ben koymayacağım başkası bir isim bulsun buna, sonra da terminolojiden dem vurup ne entelektüelim diye havalara girilir hem belki. kim bilir adı vardır bile ama ayna karşısında havasını basmayı düşündüğüm birikimciğim vakıf değildir mevzuya. 
        kızgınım bi de ben, sabırsızım da, üstelik benim olsun ruh asitleriyle sindireyim posasını da müzeme kaldırayım istedim. evet, açık olacaksam bu böyle, aksini kim iddia edebilir ki? romantikler? ne komikler... öte yandan bir süre sonra mazoşistçe bir ilgi sarıyor zaten kafanın içini, acımayınca telaşlandırıyor, sahiplenmekten olsa gerek, bir şekilde bir hissiyatı barındırıyor ya ait sanıyorsun, hissizleşince daha kötü mesela öyle ki acıyı yeğletiyor, hem başka nasıl devam edilsin ki nefes almanın bir anlamı olduğuna inanmaya. saçmalayabilecek olmanın özgürlüğü ne hoş bu da eklenebilir tabi listeye. burası benim, 4B bi kalemle bastıra bastıra saniyede 10 çember hızıyla karalayabilirim. ne de severmişim aidiyeti, benim benim benim!! 
       bağırıp, çağırıp, ağlamak çözmeyecek, sanki çözse yapabileceğim. yapamam! demek ki aidiyet isteğimden daha güçlü isteklerim de olabilirmiş, saygınlıkla anılmak gibi. gurur mu yoksa? olmalı gurur dediğin zira ondan vazgeçtiğinde elde edebileceğin zaten bir şey yok ama canım yine de ısırmak, parçalamak, etini ağzımda sağa sola savurmak istiyor! gel-gitler yüzünden bunların hepsi biliyorum ama zaten tüm mantıklı açıklamaları da biliyorum ki hepsi boş laf! yani diyorum ki bilmek bir şeye yaramıyor. evet işe yarasın istiyorum pragmatist yanım azmış olabilir ve çaresi yok bu kudurmuşluğun yine de inatla çare istiyorum! 


      geçeceğini bilmek ve beklemek de sabır işi o da bu huzursuzluğa yaraşır bir şey değil.


      büyük harfleri sevmem ben.

20 Mart 2011 Pazar

yakut

               zemini cam kırıkları sergisi içimden

                                       çıplak ayaklarıyla basa basa geçer acıyarak, acıtarak

                    ve akıtıp içime kanını; içini temizleyerek.

     sergimi güvercin kanı kırmızısına boyar,

                          yakutlaştırır kırıklarımı acı şarabını dökerek...


              ve ben saklı tutarım günün ağarışına hiç tanık olmayan hazinemde

birincil yatağından sökülmüş bilmem kaç kaya karatlık inkluzyonu karakterine has myanmar yakutlarımı;
                        metamorfik kayalarına teker teker yerleştirip, gömerek.

1 Mart 2011 Salı

yalın

-i halim şüpheli, 

-e halim beklentili, 

-de halim kaygılı, 

-den halim sancılı.

benim en güzel halim yalın halim; 

duru, güçlü ve sade. 

aşk içinde kullanırsak belirtisiz nesne...